Yalnızlık hakkında



Hiç yalnız kaldın mı diye soracak oldu karşısındakine. Karşısındaki bu soruyu soracağını anlamış olacak; "doğduğum günden beri yalnızım ben" diyerek anlatmaya başladı.

Elbette benim de bir ailem var. Benim de herkes gibi arkadaşlarım oldu. Hala da varlar. Ama bu yalnız olmadığım manasına gelmez. Bence yalnızlık: yanında bir vücut, bir ses olmaması değil, seni anlayan birinin olmamasıdır. Eğer yanında seni anlayan birisi yoksa yalnızsındır.

Dikkatle dinledi karşısındakini. Kelime kelime zihnine kazındı yalnızlık hakkındaki bu tirat. Derin nefes aldı ve sözde başladı: Bu söylediklerinin aynını ben de yaşıyorum. O yüzden yalnız değilsin. Yani seni anlayan biri var ve şu an tam karşında duruyor.

Buruk bir tebessüm etti karşısındaki. Ve sözünü kesti. "Sen" dedi. Sen hiç bir şey bilmiyorsun yalnızlık hakkında. Eğer bilseydin yalnız olduğunu kanıtlarken bir başka yalnızla aynı şeyleri yaşıyorsun diye yalnızlığıma saygısızlık etmezdin. Sen bana "yalnız değilsin" buyuruyorsun ya. Söyleyeyim sana: Evet! Eger sen yalnızsan ben yalnız değilim. Çünkü senin lugatındaki yalnızlık benim durumumu karşılamıyor..

Bu sözler hoşuna gitmemişti. Söylediklerinin kabul görmemesi tahammül edemediği bir durumdu. Yalnız olmak ya da olmamak umurunda değildi. Sahip olduğu fikir ve düşüncelerin tutarlılığının da önemi yoktu onun için. Sadece bir şekilde varlığının kabul edilmesini istiyordu. Yok sayılmak istemiyordu. Konuştu:

Benim lugatımdaki yalnızlık senin durumunu karşılamıyor diye beni yok sayamazsın. Senin istediğin tanımı yapmıyorum diye hiç bir şey bilmediğimi söyleyemezsin. Çünkü dünya senin doğrularına göre hareket etmiyor. Emin ol! Bu dünya senin etrafında dönmüyor.

Yine sırıttı karşısındaki. İyi ya işte. Ne güzel söyledin. Benim tanımlarım farklı. Dünya benim etrafımda dönüyormuş gibi konuşuyorum. İşte bu yüzden ben, yalnızım.

Bir şekilde onaylanmış olmak hoşuna gitti. Biraz evvel yalnızlığını kabul etmediği adamın bu sefer yalnızlığını kanıtlamasına alkış tutacak hale gelmişti. Çünkü ödülünü almıştı. "Ne güzel söyledin" cümlesi onu tatmin etmeye yetiyordu.



İşte şimdi. İkisi de yalnızdı.

Kamil ve Kamil'in yanındaki (Plaza insanları)

İkisi birlikte müdür yardımcısının yanına geldiler. Kamil içinden, yanındaki dışından "buyrun Leyla hanım" deyiverdi. Leyla o sırada kendisinin ve şirketinin bir golüne daha imza atmak üzere çalışmaktaydı. Kafasını yaşam makinası olan bilgisayarından kaldırdı ve "söyleyin" dedi. Kamil bugüne kadar hiç lafa girmediği için bu istikrarını bozamazdı, söyleyemezdi. Yanındaki söyledi.


Yeni müşterileri ile yaptıkları telefon görüşmesinden bahsetti Kamil'in yanındaki. Kamil ile birlikte yazdıkları programın kullanımı için müşteriye eğitim verilmesi gerektiğini, bu eğitim için bir yazılımcının 2 günlüğüne Karaman'a gitmesi konusunda müşterilerinin ne kadar baskı yaptığından söz etti. Leyla "ee ne istiyorsunuz" diyerek müdür yardımcısı olduğunu hatırlattı. O sıra Kamil "Ben.." dedi. Ama o kadar. "Ben.." ucu epey açık bir cümleydi. Ve bugüne kadar her açıklıktan faydalandığı gibi o açıklıktan da faydalanacaktı Kamil'in yanındaki. Kendisi adeta bir açık pozisyon kurnazıydı. "Kamil gider diye düşündüm ben." dedi hemen.

Gelen herhangi bir öneriye "hayır" demekle yükümlü müdür yardımcısı Leyla, Kamil'e bakıp kafasını çevirdi ve "olmaz" dedi.
"Kamil'i vermem, sen git." diye ekledi.
Vermemişti Kamil'i. Kendisine sahip çıkıldığı için duygulandı Kamil.
"Ama Leyla hanım, Kamil programa benden daha hakim. Hem müşteri, daha fazla bilgili olanımızı istiyor." diye çıkıştı Kamil'in yanındaki. Ne kadar da egosuzdu. Ne de güzel övmüştü Kamil'i. Öyle övmüştü ki Kamil her defasında olduğu gibi bu defa da samimi sanmıştı yanındakini ve tevazu içinde utangaç bir tebessüm fırlatmıştı..

Kamil susarak yanındakine baktı. Zaten konuşarak bakması olası değildi. Birazdan alışık olduğu bir yenilgi tadacaktı ve gitmek istemediği bir yere gönderilecekti. Evet gönderilecekti çünkü edilgendi Kamil. Etken olan yanındakiydi.


Leyla bir Kamil'e bir de yanındakine baktı. Sonra tekrar Kamil'e baktı ve kararını verdi. "Tamam gitsin Kamil" dedi. Öyle bir söylemişti ki bunu; sanki isim olan Kamil'i değil de sıfat olan Kamil'i kullanmıştı. Bastıra bastıra, aşağılar gibi "Kamil" demişti. Kamil'in l'si yankılandı o an. L fonunda yavaş çekim bir film sahnesi yaşanıyordu. Leyla yavaş çekimde bilgisayarına dönerken Kamil'in yanındaki efendisine saygısını belli etmek için ve adeta bir sahne sanatçısıymışçasına başını öne eğerek geriye doğru adım attı. Ve bu yavaş çekim sahne "Ananısski!" sesiyle sona erdi.


Arkasına bakmadan geri adım atan açık pozisyon kurnazı, Kamil'in ayağına basmıştı.
..

Görmüyorum

"Akıllısın, yakışıklısın, eğlenceli bi adamsın ama.." dedi. Henüz ama'dan sonrasını duymadan parlak gözlerim ömrü tükenmekte olan ampül gibi kırpıştı. Ardından tekrar ışıldayan gözlerim son kez aydınlattı sevgilimi. Ve söndü. Ama'dan sonrası benimle gelecek düşünülemeyeceğini anlattığı için gözlerime giden elektrik vücudumun trafosu tarafından kesilmişti.

İçimden "belki de daha çıkmam çarşıya" dedim. Sonra güldüm. Sevgilinin gitmesi bu mu demekti? Çarşıya çıkmak ya da çıkmamak? Kısa süreli bir sessizliğin ardından eskimeye yüz tutan sevgili kafenin camından dışarıya doğru bakarak "şu arabalardan bi tane de ben mi alsam" gibi bir şey söyledi. Haklıydı. Artık araba alma fikri iyiden iyiye düşünülmeliydi. Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Sadece kısa bi süreliğine ay başında alacağım onbaşı maaşının 21 lira 75 kuruş mu yoksa 21 lira 25 kuruş mu olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. O ara kalktık zaten. Ya da biraz daha oturduk ama oturmuşsak bile ben o zamana ait başka bir konuşma hatırlamıyorum.

O gün 10 nisan 2011 Pazar'dı. Çarşı dönüşü birliğimize aranıp taranıp girdikten sonra akşam 22.00 sularına kadar devletime, milletime olan asil hizmetlerime devam edecektim. Birkaç saattir sigara içmemiştim. Unutmuşum. Hemen yaktım bi tane. Saate baktım sekize geliyordu ve ben mal yüklemek üzere asansörün gelmesini bekliyordum. Ne ara buraya geldiğim ve burada ne yaptığım hakkında hiç bir bilgim yok gibiydi. Zamanın içinde oradan oraya ışınlanıp duruyorum sandım. Zamanın gerçekten var olup olmadığını düşündüm. Ama çok kısa sürdü. Hemen her düşüncenin kısa bir süreliğine aklına girip kaybolması sıkça yaşanan bir şeydi. Askerlik hizmetine ilk başladığımızda kolumuza yapılan aşılardan şüpheleniyorum.

Yine sigara içiyorum. Telefon kulübelerinde sıra bekleyen askerleri izliyorum. Gece 1-3 nöbetim var, uyumasam mı diye düşünüyorum. Koğuşa doğru yavaş adımlarla gittikten sonra alelacele nöbetten nöbete giydiğim kamuflajlarıma sarılıyorum. İçtimaya yetişme hızıyla giyindiğim kamuflajlarımla aynanın karşısına geçip, yan yan gülüyorum. Saat henüz 11 olmamış. Sigara içe içe nöbet yerine gidiyorum. 11-1 nöbetçisi beni görünce şaşırıp bir şeyler söylüyor. "Sen git, ben tutarım" diyebiliyorum. "Abi tutanak" falan diyor, bir şeyler geveliyor.

Şarkı söylemeye başlıyorum. Telli turnamdan kimseye şikayet etmeyip kendi halime ağlarken için için yanıyor bu gönlüm. Sonra neden seni hala soruyor gönlüm derken bi küçük kızıyorum kendime. Bir insanın üst üste en fazla kaç şarkı söyleyebileceğini düşünüyorum. Haluk Levent'e bir selam çakıp, guinness rekorlar kitabına girmek için çaba gösteren insanların aslında gizli bir örgüt olduğunu tartışıyorum. Tartışma bi sonuca varmadan sona eriyor.

Güleç yüzlü bir 3-5 nöbetçisi geliyor yanıma. Nöbeti vukuatsız bikbik teslim aldım vs. gibi şeyler söylüyor. Sigaran var mı? diye soruyorum. "Yok abi nöbette ne sigarası, kameralar çekiyor görmüyor musun?" diyerek soruma soruyla cevap veriyor. "Görmüyorum" diyorum. "Nası görmüyon abi ahan işte orda kamera, şurda da var o dönüyo mesela" diye ısrar ediyor. "Görmüyorum oğlum görmüyorum, gözlerim artık eskisi gibi görmüyor" diyorum. 3-5 nöbetçisi beni anlamıyor.