mercan dede

Kapı dördüncü defa çaldığında onun da benim kadar inatçı olduğunu anladım ve yataktan kalktım. Yeni uyanmış bir erkek olarak karşımdaki bel altıma değil de yüzüme baksın diye kamufle edilmesi gereken uzvu kamufle ettim. Kapıdaki inatçı beni görmeden ben onu görmeli ve hazırlığımı ona göre yapmalıydım. O yüzden delikten baktım. Kapıdaki yaşlı bir adamdı. Hatta bildiğin dedeydi.

Kapıyı açtım. Dede sanki utanılacak bir şey yapmış gibi yere bakarak konuşmaya başladı. Yardıma ihtiyacının olduğunu, yardım etmem karşılığında bana dua edeceğini bir bir anlattı. Ne konuda yardımımı beklediğini sorarak zarf attım. “Benim köpeklerim var” diyerek tekrar söze başladı ve hayatta kimsesi olmadığından, köpeklerine bir şey olursa yaşayamayacağından falan bahsetti. “Şimdi üzerimde bozuk yok” dedim. “Ben para istemiyorum” derken ağlıyordu. Beni can evimden vurmuştu.

İçeri girdiğimizde rahat olmasını, kendi evi gibi takılmasını salık vererek onu biraz rahatlattım. Üstümü değiştirip salona dedenin yanına geldim. Beraber kahvaltı yapıp sohbet ettik. Yetmişküsür yaşlarında olduğunu, tam yaşını kendisinin de bilmediğini, ne kadar yalnız olduğunu anlattı. Çok inandırıcı bulmasam da tüm anlattıklarını dinledim. Konuşması bittiğinde makul bir ses tonuyla; eğer para istemiyorsa ne istediğini sordum. “Seni” dediğinde masadaki bıçağı kapmıştım. “Ne diyosun lan sen? Yaşına başına bak! Ben senin dengin miyim?” diye çıkıştım. Sonra hatamın farkına varıp, “Sapığa bak lan, şuracıkta keserim seni! Şimdi bana öyle bir şey söyle ki; ‘bir heteronun bir homoyu kesmesi’ haberinin başrol oyuncuları olmayalım!” diye bağırdım. “Edebinle konuş! Önce bir dinle. Siz gençler her şeye cinsellik üzerinden bakmasanız olmaz değil mi? Yazık. Kiminle konuşuyorum ben? Aloo!” diye sıralarken bıçağı bırakmış ve utancımdan pancaro olmuştum. Yanlış anlamıştım dedeyi. Kafamı kaldırıp özür diledim, kabul etti. Bir süre sessiz kaldıktan sonra biraz hava almayı teklif ettim, onu da kabul etti.

Kilometrelerce yürüdük. O anlattı, ben dinledim. Ben anlattım, o dinledi. Ama dede yaşça benden büyük olduğu için daha ziyade o anlattı, ben dinledim. Sordum, cevapladı. Bir sorum daha vardı soracak. Ama soramıyordum. Zira bu sorunun cevabını duymak istediğimden emin değildim. Dayanamadım sordum. Samimiyetimize de güvenerek; “Ya dede! O bu değil de; sen yol boyu gördüğümüz bütün köpeklere yaklaşıp boyunlarına kalemle işaret koydun. Sorması ayıp ama ne ayak?” dedim. Her yaşlı adam gibi o da yolda yürürken konuşmak için duruyordu. Hatta sırf bu yüzden iki saatte gidebileceğimiz yolu dört saatte gitmiştik. “Bak genç!” diyerek söze başladı ve “Bu elimde gördüğün kalem sana göre keçeli kalemdir. Bana göre ise sadakat kalemidir.” diye ekledi. Hafif tırstım. “Bir şeyler canlandı mı zihninde?” diye sordu. “Ne yani bu köpekler onları işaretlediğin için sana dönecekler öyle mi?” dedim. “Dönerse benimdir, dönmezse zaten hiçbir zaman benim olamıştır.” gibi arabesk bir cümleyle beni yanıtladı. Geç olduğunu, artık eve dönmem gerektiğini söyledim. Korktuğumu anlamış olacak, “peki yarın devam ederiz öyleyse” dedi. Ayrıldık.

Eve dönene kadar dedeyi, köpeklerini, konuştuklarımızı düşündüm. Bir yandan korkuyor bir yandan merak ediyordum. Kimdi bu adam? Bir gezgin abdal değildi. Dilenci falan da değildi. Sosyal hayatın içinden mahallenin Ahmet, Mehmet dedesi falan da değildi belli ki. Sahi bu adamın bi adı yok muydu? Dört saat konuştuğum adamın adını nasıl bilmezdim. Bunları düşündükçe iyice tırsıyor fakat bir o kadar da merak ediyordum. Hiç yoksa adını öğrenmeliydim. Yarını bekleyemeyecek kadar sabırsızlanmıştım. Bir post-it’e “Bu gece gelmezsem polisi ara ve köpekleri olan bir dedenin beni kaçırdığını söyle” yazıp canyoldaşım, ev arkadaşım Tamer’in odasının kapısına yapıştırdım. Yanıma da hasmıma bir kez sallamamın yeterli olacağı bir bıçak alıp yola çıktım.

Hava karanlık, yollar bomboştu. Üstüne üstlük dedeyi bıraktığım yerde bulabilme olasılığım David Caine’e göre 0,023’tü. Vazgeçmedim, yürüdüm. Az gittim, uz gittim ama yoruldum. Gittiğim yolu bir de geri döneceğimi düşünerek otostop çekmeye başladım. Yarım saat içinde üç araba geçti. Yarım saatten sonra kaç araba geçti bilemiyorum. Zira üçüncü oto stop etmişti ve beni almıştı. Arabayı kullanan ben akren bir kızdı ve herhangi bir yabancıyı arabasına almayacak kadar alımlıydı. Beş dakikalık seyahatimiz boyunca ona asılmak, yaşayabileceğimiz macera dolu aşkın sinyallerini vermek istedim ama yapmadım. Zira bu dedenin bir oyunu olabilirdi. Eğer beni sınıyorsa bu oyuna gelmemeliydim.

Dedeyle ayrıldığımız yere yaklaştığımızda inmem gerektiğini usulüyle söyledim. Alımlı şoför “emin misin? Sanki biraz daha var?!” dedi. Anlamıştım, dedenin adamıydı. Dedenin yanına vardığımda, sanki bütün yolu yürümüş gibi “senin için bu kadar yol yürüdüm” diyemeyecektim. Alımlı şoför arabayı durdurduğunda, “selam söyle dedeye” diyerek alaycı gülümsedi. “Ya valla biliyodum. Hatta sırf dedenin adamısındır diye sana yanaşmadım. Ama bence kaybeden ben değil dede olmalı. Ne bu oyunlar falan! Gel basıp gidelim buralardan. Biz sıcak kumlarda sevişirken o ibne de yalnızlığına yansın ” diye sıralayarak kendimi iyice ele verdim. Hala bir şansım olduğunu, şimdi inmezsem bir daha bu arabaya binemeyeceğimi söyledi. Çok güzeldi, kıramadım.

Arabadan indiğimde yanıma bir köpek yanaştı. Kuyruğunu sallayarak küçük bir sevgi gösterisi yaptı. Kesinlikle bir dede tarafından eğitilmiş olmalıydı. Köpek, “peşimden gel” dercesine arkasına bakarak ara sokağa doğru yürümeye başladı. İki köpek boyu kadar takip mesafesiyle izledim. Sokağın sonuna yaklaştığımızda koşmaya başladı, ben de koştum. Önde köpek arkada ben, terk edilmiş bir evin önüne gelene kadar koştuk. Ev öylesine terk edilmişti ki; tam dedelere layıktı. Evin kapısında avuçları yukarı bakacak şekilde iki elini havaya kaldırmış dede duruyordu. Bu haliyle gelecekte varisi ilan edeceği genci kutsayacak bir veliyi andırıyordu. Nefes nefese kaldığım için bir şey söyleyemedim. “Hoş geldin” diyerek buyur etti. Elime bir bardak su tutuşturdu. “Ölmüşlerine rahmet” dedim. Bir süre konuşmadan, sadece gülümseyerek bana baktı. Belli ki benim konuşmamı bekliyordu. Doğru kelimeleri arayıp bulamayınca samimiyetimize güvenip başladım sıralamaya; “Dede kafam çok karışık. Her şey bir anda oldu. Ben aslında öyle senin sandığın gibi karaktersiz bir adam değilim.”. yok, böyle olmayacaktı. Atağa geçmeliydim. “Ya da bir düşün bakalım ben de seni sınıyor olabilir miyim acaba?” dedim. İyi gidiyordum, devam etmeliydim. “Evet o kız güzeldi ama bilesin ki ben daha güzellerini gördüm. Escort köpek olayı falan iyiydi tamam ama bütün bu oyunları oynamana gerek yok bence. Derdin ne, benim de mi boynuma işaret koyacaksın?” diye devam ederken dede araya girdi. “Buraya kadar geldin. Senin işarete falan ihtiyacın yok. Sadakat! Korksan da korkunun üstüne gittin. Cesaret! Evine aldın, dinledin. Merhamet! Kıza başta yanaşmasan da sonunda kendini ele verdin. Şehvet!”. Başta beni övmüş fakat sonunda yerin dibine sokmuştu. Altta kalmamalıydım ama vereceğim cevaba gelişine iyi vurur diye korkup vazgeçtim. Tam vazgeçtiğim için bir boşluğa düşmüştüm ki telefonum çaldı. Bu utanç anından kaçış için telefonumun çalması biçilmiş kaftandı. Arayan Tamer’di. “Köpekleri olan bir dede he? mihehe. Kaçırdı seni ha? nihaha.” diyerek benimle kafiyeli bir şekilde alay etti. Anlatsam inanmayacaktı ve gururum kırılmıştı.

Telefonu Tamer’in suratına kapatıp dedeye döndüm. Tam dedeye son sözümü söyleyip çekip gitmeyi düşünüyordum ki; alımlı şoför görevini yerine getirmişliğin verdiği gururla kapıda belirdi. Önce kolay lokmadan başlamalıyım diye düşünerek ona döndüm ve neler kaybettiğini bilmesini salık veren “hıh” hareketi yaptım. Bu hareketimi gören dede, kızdan bahsetmeye başladı. “Bak o da yeni! Ama o tüm sınavları verdi. Sadece bir sıkıntısı var o da kadın olmasından kaynaklanan merak duygusu. O da senin gibi adımı merak ediyor. Oysa önemli olan isim değil sıfattır. Kime hizmet ettiğin değil neye hizmet ettiğin önemlidir şu dünyada. Benim ismim Ahmet olur Pierre olur. Bu önemli değildir.” dedi. “Sahi senin ismin ne lan?” dedim. “Mercan” dedi. Sabaha kadar güldük.

0 yorum yap ulen!: