Yalnızlık hakkında



Hiç yalnız kaldın mı diye soracak oldu karşısındakine. Karşısındaki bu soruyu soracağını anlamış olacak; "doğduğum günden beri yalnızım ben" diyerek anlatmaya başladı.

Elbette benim de bir ailem var. Benim de herkes gibi arkadaşlarım oldu. Hala da varlar. Ama bu yalnız olmadığım manasına gelmez. Bence yalnızlık: yanında bir vücut, bir ses olmaması değil, seni anlayan birinin olmamasıdır. Eğer yanında seni anlayan birisi yoksa yalnızsındır.

Dikkatle dinledi karşısındakini. Kelime kelime zihnine kazındı yalnızlık hakkındaki bu tirat. Derin nefes aldı ve sözde başladı: Bu söylediklerinin aynını ben de yaşıyorum. O yüzden yalnız değilsin. Yani seni anlayan biri var ve şu an tam karşında duruyor.

Buruk bir tebessüm etti karşısındaki. Ve sözünü kesti. "Sen" dedi. Sen hiç bir şey bilmiyorsun yalnızlık hakkında. Eğer bilseydin yalnız olduğunu kanıtlarken bir başka yalnızla aynı şeyleri yaşıyorsun diye yalnızlığıma saygısızlık etmezdin. Sen bana "yalnız değilsin" buyuruyorsun ya. Söyleyeyim sana: Evet! Eger sen yalnızsan ben yalnız değilim. Çünkü senin lugatındaki yalnızlık benim durumumu karşılamıyor..

Bu sözler hoşuna gitmemişti. Söylediklerinin kabul görmemesi tahammül edemediği bir durumdu. Yalnız olmak ya da olmamak umurunda değildi. Sahip olduğu fikir ve düşüncelerin tutarlılığının da önemi yoktu onun için. Sadece bir şekilde varlığının kabul edilmesini istiyordu. Yok sayılmak istemiyordu. Konuştu:

Benim lugatımdaki yalnızlık senin durumunu karşılamıyor diye beni yok sayamazsın. Senin istediğin tanımı yapmıyorum diye hiç bir şey bilmediğimi söyleyemezsin. Çünkü dünya senin doğrularına göre hareket etmiyor. Emin ol! Bu dünya senin etrafında dönmüyor.

Yine sırıttı karşısındaki. İyi ya işte. Ne güzel söyledin. Benim tanımlarım farklı. Dünya benim etrafımda dönüyormuş gibi konuşuyorum. İşte bu yüzden ben, yalnızım.

Bir şekilde onaylanmış olmak hoşuna gitti. Biraz evvel yalnızlığını kabul etmediği adamın bu sefer yalnızlığını kanıtlamasına alkış tutacak hale gelmişti. Çünkü ödülünü almıştı. "Ne güzel söyledin" cümlesi onu tatmin etmeye yetiyordu.



İşte şimdi. İkisi de yalnızdı.

Kamil ve Kamil'in yanındaki (Plaza insanları)

İkisi birlikte müdür yardımcısının yanına geldiler. Kamil içinden, yanındaki dışından "buyrun Leyla hanım" deyiverdi. Leyla o sırada kendisinin ve şirketinin bir golüne daha imza atmak üzere çalışmaktaydı. Kafasını yaşam makinası olan bilgisayarından kaldırdı ve "söyleyin" dedi. Kamil bugüne kadar hiç lafa girmediği için bu istikrarını bozamazdı, söyleyemezdi. Yanındaki söyledi.


Yeni müşterileri ile yaptıkları telefon görüşmesinden bahsetti Kamil'in yanındaki. Kamil ile birlikte yazdıkları programın kullanımı için müşteriye eğitim verilmesi gerektiğini, bu eğitim için bir yazılımcının 2 günlüğüne Karaman'a gitmesi konusunda müşterilerinin ne kadar baskı yaptığından söz etti. Leyla "ee ne istiyorsunuz" diyerek müdür yardımcısı olduğunu hatırlattı. O sıra Kamil "Ben.." dedi. Ama o kadar. "Ben.." ucu epey açık bir cümleydi. Ve bugüne kadar her açıklıktan faydalandığı gibi o açıklıktan da faydalanacaktı Kamil'in yanındaki. Kendisi adeta bir açık pozisyon kurnazıydı. "Kamil gider diye düşündüm ben." dedi hemen.

Gelen herhangi bir öneriye "hayır" demekle yükümlü müdür yardımcısı Leyla, Kamil'e bakıp kafasını çevirdi ve "olmaz" dedi.
"Kamil'i vermem, sen git." diye ekledi.
Vermemişti Kamil'i. Kendisine sahip çıkıldığı için duygulandı Kamil.
"Ama Leyla hanım, Kamil programa benden daha hakim. Hem müşteri, daha fazla bilgili olanımızı istiyor." diye çıkıştı Kamil'in yanındaki. Ne kadar da egosuzdu. Ne de güzel övmüştü Kamil'i. Öyle övmüştü ki Kamil her defasında olduğu gibi bu defa da samimi sanmıştı yanındakini ve tevazu içinde utangaç bir tebessüm fırlatmıştı..

Kamil susarak yanındakine baktı. Zaten konuşarak bakması olası değildi. Birazdan alışık olduğu bir yenilgi tadacaktı ve gitmek istemediği bir yere gönderilecekti. Evet gönderilecekti çünkü edilgendi Kamil. Etken olan yanındakiydi.


Leyla bir Kamil'e bir de yanındakine baktı. Sonra tekrar Kamil'e baktı ve kararını verdi. "Tamam gitsin Kamil" dedi. Öyle bir söylemişti ki bunu; sanki isim olan Kamil'i değil de sıfat olan Kamil'i kullanmıştı. Bastıra bastıra, aşağılar gibi "Kamil" demişti. Kamil'in l'si yankılandı o an. L fonunda yavaş çekim bir film sahnesi yaşanıyordu. Leyla yavaş çekimde bilgisayarına dönerken Kamil'in yanındaki efendisine saygısını belli etmek için ve adeta bir sahne sanatçısıymışçasına başını öne eğerek geriye doğru adım attı. Ve bu yavaş çekim sahne "Ananısski!" sesiyle sona erdi.


Arkasına bakmadan geri adım atan açık pozisyon kurnazı, Kamil'in ayağına basmıştı.
..

Görmüyorum

"Akıllısın, yakışıklısın, eğlenceli bi adamsın ama.." dedi. Henüz ama'dan sonrasını duymadan parlak gözlerim ömrü tükenmekte olan ampül gibi kırpıştı. Ardından tekrar ışıldayan gözlerim son kez aydınlattı sevgilimi. Ve söndü. Ama'dan sonrası benimle gelecek düşünülemeyeceğini anlattığı için gözlerime giden elektrik vücudumun trafosu tarafından kesilmişti.

İçimden "belki de daha çıkmam çarşıya" dedim. Sonra güldüm. Sevgilinin gitmesi bu mu demekti? Çarşıya çıkmak ya da çıkmamak? Kısa süreli bir sessizliğin ardından eskimeye yüz tutan sevgili kafenin camından dışarıya doğru bakarak "şu arabalardan bi tane de ben mi alsam" gibi bir şey söyledi. Haklıydı. Artık araba alma fikri iyiden iyiye düşünülmeliydi. Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Sadece kısa bi süreliğine ay başında alacağım onbaşı maaşının 21 lira 75 kuruş mu yoksa 21 lira 25 kuruş mu olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. O ara kalktık zaten. Ya da biraz daha oturduk ama oturmuşsak bile ben o zamana ait başka bir konuşma hatırlamıyorum.

O gün 10 nisan 2011 Pazar'dı. Çarşı dönüşü birliğimize aranıp taranıp girdikten sonra akşam 22.00 sularına kadar devletime, milletime olan asil hizmetlerime devam edecektim. Birkaç saattir sigara içmemiştim. Unutmuşum. Hemen yaktım bi tane. Saate baktım sekize geliyordu ve ben mal yüklemek üzere asansörün gelmesini bekliyordum. Ne ara buraya geldiğim ve burada ne yaptığım hakkında hiç bir bilgim yok gibiydi. Zamanın içinde oradan oraya ışınlanıp duruyorum sandım. Zamanın gerçekten var olup olmadığını düşündüm. Ama çok kısa sürdü. Hemen her düşüncenin kısa bir süreliğine aklına girip kaybolması sıkça yaşanan bir şeydi. Askerlik hizmetine ilk başladığımızda kolumuza yapılan aşılardan şüpheleniyorum.

Yine sigara içiyorum. Telefon kulübelerinde sıra bekleyen askerleri izliyorum. Gece 1-3 nöbetim var, uyumasam mı diye düşünüyorum. Koğuşa doğru yavaş adımlarla gittikten sonra alelacele nöbetten nöbete giydiğim kamuflajlarıma sarılıyorum. İçtimaya yetişme hızıyla giyindiğim kamuflajlarımla aynanın karşısına geçip, yan yan gülüyorum. Saat henüz 11 olmamış. Sigara içe içe nöbet yerine gidiyorum. 11-1 nöbetçisi beni görünce şaşırıp bir şeyler söylüyor. "Sen git, ben tutarım" diyebiliyorum. "Abi tutanak" falan diyor, bir şeyler geveliyor.

Şarkı söylemeye başlıyorum. Telli turnamdan kimseye şikayet etmeyip kendi halime ağlarken için için yanıyor bu gönlüm. Sonra neden seni hala soruyor gönlüm derken bi küçük kızıyorum kendime. Bir insanın üst üste en fazla kaç şarkı söyleyebileceğini düşünüyorum. Haluk Levent'e bir selam çakıp, guinness rekorlar kitabına girmek için çaba gösteren insanların aslında gizli bir örgüt olduğunu tartışıyorum. Tartışma bi sonuca varmadan sona eriyor.

Güleç yüzlü bir 3-5 nöbetçisi geliyor yanıma. Nöbeti vukuatsız bikbik teslim aldım vs. gibi şeyler söylüyor. Sigaran var mı? diye soruyorum. "Yok abi nöbette ne sigarası, kameralar çekiyor görmüyor musun?" diyerek soruma soruyla cevap veriyor. "Görmüyorum" diyorum. "Nası görmüyon abi ahan işte orda kamera, şurda da var o dönüyo mesela" diye ısrar ediyor. "Görmüyorum oğlum görmüyorum, gözlerim artık eskisi gibi görmüyor" diyorum. 3-5 nöbetçisi beni anlamıyor.

eski arkadaşım sedat

     Sedat eski arkadaşım. Mahalleden tanışıyoruz. Ortaokuldan beri aynı mahallede oturduğumuz için geçmişimiz var. Üniversiteyi kazanıp da evden, mahalleden, memleketimden ayrılana kadar ne yaptıysam onunla yapmışımdır. Top oynanacaksa beraber oynamışızdır. Beraber bilardoya gitmiş, ilk sigaramızı beraber içmişiz, ilk kavgamızı beraber etmişizdir. O yüzden Sedat'ın yeri ayrıdır bende. Ama o kadar. Gün gelip ben şehrimden ayrıldığımda Sedat da orada bıraktıklarımdan biriydi. Zaten mahallesini çok severdi. Hiç bir zaman üniversiteye gitmek istemedi. O mahallede köşede takılmalı, mahalleyi korumalıydı. Yoksa mahallelinin hali nice olurdu?
   
     Ben mahalleyi seçmedim. Üniversiteye gittim. Üniversitedeyken Sedat'la sadece telefonda görüşüyorduk. Ancak bu görüşmeler çok sık oluyordu. Neredeyse haftada bir telefonda konuşuyorduk ve bu durum bir süre sonra canımı sıkmaya başlamıştı. Artık aramamaya başladım. Ama Sedat hep aradı. Bi zaman sonra aramaz dedim ama daha da aradı. İşin kötüsü ben aramıyorum diye kızmıyordu da. Sadece bir iki kez "ulan köftehor hep ben mi arıcam? tamam öğrencisin de hiç mi kontörün olmuyo" gibi iyimser cümleler kurdu. Baktım olacak gibi değil, anlaması için sudan bahaneler söylemeye başladım. "Dersler çok yoğun" dedim. "Yanındayım" dedi. Sürekli arayıp derslerimi sordu, çalışıyor muyum diye kontrol etti. "Sevgilim var" dedim. "Nasılmış yengem" dedi, "sakın üzme ha kızı" dedi, "versene az telefonu yengemle tanışiym" dedi. Dedi oğlu dedi. Aramaktan vazgeçmedi.
   
     Alkollü olduğum bir gün yine aradı. Alkol cesaretiyle "Sedat artık görüşmeyelim, beni bir daha arama" dedim. Ana avrat sövüp suratıma kapattı.Telefon kapandıktan sonra yine alkolün verdiği duygusallıkla hüngür hüngür ağladım.Kafamı toparlayınca defalarca aradım, defalarca meşgule attı. Kırmıştım onu. Üzmüştüm, üzülmüştüm. Bu pişmanlıkla 3 gün boyunca aradım. Ya açmadı ya meşgule attı.

-------------------------------------    3 gün sonra     -------------------------------------
  
     Telefon çaldı. Arayan Sedat'tı.Açtım. "Evin önündeyim, aç kapıyı" dedi. Şok olmuştum. Şaka mı yapıyor diye soramadan kapattı telefonu. Pencereden baktığımda elinde bavulla kapının önünde duran Sedat'ı gördüm. Açtım kapıyı ve yukarı çıktı. Elinde bavul falan yoktu ve üstüme atladı. Evet dostlarım atladı. Recep İvedik gibi kucakladı beni. Bu sert kucaklaşmanın ardından enseme bir tokat atarak aşağıdaki bavulunu almamı söyledi. Mecburen indim ve aldım bavulunu. Bavul o kadar ağırdı ki merdivenleri çıkarken nefes nefese kaldım ve bu nefes nefese halimle Sedat'ın uzun bir süre bende kalacağı ihtimalini düşündüm.
   
     Yukarı çıktığımda Sedat çoraplarını çıkarmış, kanepeye uzanmış bir yandan sigarasını içiyor bir yandan da sevgilimle konuşuyordu. "Evi nasıl buldun sen" diyecek oldum. "Dur şimdi! bak yenge bu var ya bu bu, bilardoyu ben öğrettim buna. ne bilardosu ya! ne biliyosa ben öğrettim. bakma arkadaşız ama abilik de yaptım ben buna. kaç defa dayaktan kurtardım be bunu. heyyt be" diye ardı ardına sıraladı. Bu sözlerin asıl dinleyicisi olan sevgilim "ahihi hihihi hihiyt" gibi skimsonik bir gülüşün ardından "ayy çocukluk arkadaşısınız dimi siz? anlatsana başka neler yaptınız bu şapşalla" diyerek Sedat'ın tarafına geçti. Sedat tarafından "be bu" sevgilim tarafından da "şapşal" ilan edilmiştim.
   
     Bir an önce bu duruma müdahale etmeliydim. Hemen oturup muhabbete girdim. Sedat'ın 14 yaşına kadar altına işediğinden, ilkokulu bitirene kadar her gün okula annesiyle gittiğinden bahsettim. Sevgilim yine kikirderken Sedat sinirleniyordu. Doğru yoldayım diye düşünerek Sedat'ı yerdikçe yerdim. Onun ne kadar tırt bir insan olduğunu sevgilime göstermek için sırlarımızı bile anlattım. Sedat'ın 6 sene bir kızı sevip konuşamamasından bahsettim. Sedat bir anda sevgilimin gözünde "çok duygusaaal" oldu. Okula bir gün pijamayla geldiğinden bahsettim "ayy çok şiriiin" oldu. "Yaa bu adam ortaokulda bile kıçını kendi silmezdi, anasını çağırırdı" dedim. "çok tatlı yaa ekiekieki" dedi. "Allah belanı versin lan nesi tatlı? ortaokulda diyorum. mal mısın sen?" dedim. Ayrıldık. Yani o ayrıldı. O, eski sevgilim.
   
     Sedat mı? Sedat eski arkadaşım..

Zaten kitabım sizde, ben size taşınayım


işte o kitap
       Üniversite 3. sınıfta mutlu bir evliliğe imza attık. Tamer'le severek evlenmiştik. Evliliğimizin ilk günleri susuzluk, elektrik kesintileri gibi olumsuzluklar olmasına rağmen mutlu geçiyordu. Diğer evlilere kıyasla daha çok sohbet ediyor, teknolojiyi bir kenara bırakıp birbirimize vakit ayırıyorduk. Derken taa Amerika'lardan yurduna dönüş yapan bir evsizi aldık evimize. Ev bulana kadar misafir ederiz diye düşünüyorduk. Ama öyle olmadı. Günler haftaları, haftalar ayları.. derken, bir buçuk sene Berker'le de evli kaldık. 4 sene öncesinde Tamer'in bir önceki evliliğinde "ev bulana kadar sizde kalayım" bahanesiyle iki kocaman yıl geçirmişti. Adam aynı adam, senaryo aynı senaryoydu. Ama adamın bir bahanesi vardı. Kalacak yeri yoktu ve "ev bulana kadar" gibi bir zaman dilimini öngörüyordu.

       Ev bulamadı. Ama okulu bitince gitti. Berker'e alışmıştık. Gidince biraz hüzünlendik ama bir yandan da tekrar baş başa kaldığımız için seviniyorduk. Ta ki o kitap fuarına gidene kadar. Tamer'le yakın arkadaşımız Sinan'ı da alıp TÜYAP'ın kitap fuarına gittik. Bir yandan kitaplara bakıyor bir yandan da toplum içinde eğlenme ve tanımadığımız insanlarla sohbet etme ritüelimizi gerçekleştiriyorduk. Sinan uzun zamandır büyük argo sözlüğü isimli kitabı aradığını, bulursa alacağını söylüyordu. Buldu ve aldı. Alış-verişimizi de yaptığımız için semtimize dönebilirdik. Toplu taşıma aracında neşemizi katlıyarak semtimize döndük. Bizim ( Tamer'le benim ) evimizi daha yakın olduğundan bize uğrayıp ihtiyaç molası verdikten sonra sitcom hayatımızın bir parçası olan Fellini adlı kafeye gidecektik.

       Eve girdiğimizde Sinan "kitabı size bırakayım şimdi elimde taşımayayım, sonra gelir alırım" gibi bir teklifte bulundu. Düşünmeden kabul ettik. O gün ve ondan sonraki birkaç gün birbirine benzeyen, güzel denilebilecek günlerdi. Tamer vardı, ben vardım, ekmeğimiz aşımız ve de bitmeyen neşemiz vardı. Yalnız! Evde bizim olmayan bir şey vardı. Büyük Argo Sözlüğü. Hemen her akşam rastgele bir sayfasını açıp "aa ponçik; anucuk demekmiş", "aa bak gaftici fethi'nin gaftisi bu demekmiş" deyu kurcaladığımız bu kitap bizim değildi ve beni rahatsız ediyordu. Sinan'a kitabı artık gelip almasının gerektiğini söyledim. "Ya hep işim çıkıyor"larla, "yarın kesin alcam"larla geçiştirdi durdu. "Tamam ben getireyim" dedim, "sen zahmet etme" dedi. Baktım olacak gibi değil, aldım kitabı dayandım kapısına. Zili çaldım, açmadı. "Açmadı" diyorum çünkü eve girdiğini haber vermesi için adam tutmuştum. İstihbaratım sağlamdı. Bu güvenle penceresinin önünde bağırmaya başladım. "Sinan orda olduğunu biliyorum. Aç kapıyı ve şu kitabını al." Cevap gelmiyordu. Kaldırımda oturup bekledim. Birden ağlamaya başladım. Yoldan geçen eli poşetli teyzeler halimi görünce; " kim bilir ne yaptı kızcağıza da şimdi kapısının önünde ağlıyor" gibi hastalıklı bir fikir birliği yaptılar. Durumun sandıkları gibi olmadığını belli etmek için "Sinaaaaaağğğnn" diye ağlayarak bağırdım. Teyzelerden daha teyze olanı "gııız gaymış ya bunnar, püüü reziller bi de aşk yaşıyorlaar" deyince "yanlış anlaşılmalar ve don lastiği" isimli bir kitap yazmak üzerine evin yolunu tuttum.

        Eve geldiğimde Tamer evdeydi. "Naber lan" dedim. Naber'i falan bırakmamı, biraz önce Sinan'ın aradığını ve bize geleceğini söyledi. Noluyo lan demeye kalmadan kapı çalındı, açıldı ve Sinan içeri girdi. Birkaç saniye içinde Sinan kanepedeydi. Bu çok tehlikeliydi. -Kanepe bir evin demirbaşıdır dostlarım. Misafir geldiğinde misafir koltukta, ev sahibi kanepede oturur. Kanepe önemlidir, sahipliktir kanepe.- O kanepede oturan adam bize arsızlık dersi verir gibiydi. Bugüne dek hiçbirimizin oturmadığı kadar rahat oturuyordu kanepemizde. Biz sormadan anlatmaya başladı. Bizimle beraberken iyi vakit geçirdiğini, kafa yapılarımızın çok uyuştuğunu söyledikten sonra neden aynı evde kalmadığımızı sorguladı. "Saçmalama" dedim. "Yahu ne olacak hazır kitabım sizde, ben size taşınaym" dedi.

osurup kaçtı

Küçüklüğümden beri bir yerden ayrılırken götlük yapasım gelir benim. Hem öyle o yerde fazla kalmış olmama da gerek yoktur. Bindiğim bir belediye otobüsünden inerken otobüstekilere nah işareti çekmek bile tatmin edicidir benim için. Bir nevi "arasın dursun pezevenk" durumu yani. Geçenlerde bu durumumu samimi arkadaşım Arda'ya anlattım. Haliyle "nası yani? anlamadım!" dedi. O sırada otobüsten indiğimiz için örnekli olarak anlatmayı denedim. "Baksana şu otobüstekilere. Bize, inenlere nasıl da özlemle bakıyorlar. Şu geçirdiğimiz kısa birlikteliğe bile nasıl sahip çıkıyorlar. Ama kanma bu özlem dolu bakışlara. Otobüs gözden kaybolduğu vakit unutacaklar bizi! Bence unutulmamak bizim elimizde." dedim. Güldü. Neden güldüğünü sordum. Otobüstekilere nah işareti çekersek dayak yiyeceğimizden bahsetti. Haklıydı. Bir şey söyliyemedim.

Uzun süre sessiz bir şekilde yürüdük. Ben bi ara konuşacak oldum, vazgeçtim. Ama konuşmalıydım çünkü yaklaşık 20 dakika boyunca gideceğimiz yerin tersi yönünde yürümüştük ve hala yürümeye devam diyorduk. Buna bir dur demem gerekiyordu. Tam konuşmaya başlıyordum ki Arda depar attı. Evet canlar, bu bir koşma değildi. Arda bir anda road runner'a dönüşmüştü ve müthiş bir hızla uzaklaşıyordu. Farkı açmasına izin veremezdim, ben de depar attım. Arkasına dönüp beni de depar halinde görünce yavaşladı. Belli ki onu yakalamamı istiyordu. Ufak çaplı bir dilemma yaşadıktan sonra ters istikamete koşmaya karar verdim. Kararım doğruydu. 

Artık kovalayan taraf oydu. Yalnız bir fark vardı. Bir yandan beni yakalamaya çalışırken bir yandan da kahkaha atıyordu. Bir süre böyle devam ettik. Sonra dayanamayıp neden güldüğünü öğrenmek için durdum. Yanıma geldi. "Napıyon lan?" dedi. "İyi be ya, sen nabıyon?" dedim. "Bırak geyiği!" derken yaşadığı korku gözlerinden okunuyordu. Sakinleşmesini söyledim. "Bırak lan ne sakin olucam. Bilmiyor musun koşanlardan hazzetmediğimi? Ne koşuyorsun peşimden? Herkes bize bakıyor, yanlış anlamasınlar diye koşarken bi yandan da gülmek zorunda kaldım. Hadi başımız belaya girmeden uzaklaşalım buradan." diyerek şimdi de bir roman karakterine dönüşmüştü. "Siktir lan yavşak ben mi koştum? Önce sen koşmadın mı?" diye çıkıştım. Her şeyi anlatacağını ama bir an evvel bulunduğumuz yerden uzaklaşmamız gerektiğini söyledi. "Peki" dedim.

Kabataş'taki mütevazı ve tarihi mekanımıza geldik. Henüz çayları söylemeden anlatmaya başladı. Koşanlardan duyduğu rahatsızlıktan ötürü kendisini bir teste tabii tuttuğunu. Korkusunun üstüne gitmek için koşan tarafın kendisi olması gerektiğini söyledi. Ancak bu şekilde rahatsızlığının önüne geçebileceğini fakat benim bu tedavinin içine sıçtığımı anlattı. Onu anladığımı söyledim. "Peki koşarken bi koku geldi mi?" diye sordu. "Ne kokusu" diye sordum. Osurup kaçtı.

girizgah

Artık blog'da her türlü yazayım diyorum. Hayalgücünden hikaye falan seviyorum ama çıkmayınca çıkmıyor. E blog da boş kalıyor. Bu da benim hoşuma gitmiyor. Ne kadar da düzgün bir türkçe kullanıyorum. Ah şu kırmızı alt çizgiler...

odaya tamer girdi

İzmir’deki şirin evimizde yatakta oturmuş yazı yazıyordum. Gerek adaptasyon sorunum olmasından gerekse harici nedenlerin ilgi çekiciliğinden sürekli dikkatim dağılıyor, kendimi tam olarak yazıma veremiyordum. Henüz ilk paragrafı bitirmiştim ki; yanıbaşımdaki masa lambası dikkatimi çekti. Hemen elimi lambanın önüne uzatıp duvarda gölge oyunu oynamaya başladım. Bir kuş bir de kurt gölgesi yaptıktan sonra devam edemeyeceğimi anlayıp son olarak bir nah işareti çektim ve kağıdıma döndüm.

Kağıdıma döndüğümde her zamanki gibi o ana dek yazdıklarımı okudum. İzmir’den başka bir yerde şirin bir evim olup olmadığını sorguladım. Sonra zaten şu anda oturduğum şirin evin de benim olmadığını kendime hatırlatıp bir daha benim olmayan şeyden benimmiş gibi söz etmeyeceğime dair kendime söz verdim. Yazmaya devam ettim. Henüz bir konum yoktu. Yazım herhangi bir şey içermiyordu. Sırf kendimi tatmin etmek için yazıyordum. Kendimi tatmin etme meselesi aklıma düştüğünde aklıma yalnızlığım geldi. Yalnızlığım aklıma gelince hormonlarım coştu. Hormonlarım coşunca ben de coştum. Daha hızlı yazmaya başladım. Acelem vardı. Yalnızlığımı bir an evvel kağıda döküp terk edesim geldi. Sessizliği düşündüm, huzur geldi vazgeçtim. Ama yine de odanın kapısı açılıp içeri herkes tarafından beğenilebilecek, güzelliği izafi olmayan bir kız girse fena olmazdı. Halkoyuna güvenim sonsuzdu. Bu nesnel güzeli hayal etmeye başladım. İyi kötü gözümde canlanmıştı. Kızın yüzü zihnimden gitmeden sayfayı çevirip kızın robot resmini çizmeye karar verdim. Resim yeteneğim olmadığı için benzetemedim. Beğenilen kızın robot resmini çizmek de ne demek lan? diye kendime kızdım. Görüp beğenip konuşamadığım yahut konuşup tekrar göremediğim güzel kızlar geldi aklıma. Kendimle aramı yaptım, barıştım. Tez zamanda Beğenilen kızın robot resmini çizmek başlıklı bir yazı yazmak için de kendime söz verdim. Huyum kurusun hemen her yazımda kendime başka bir yazı için söz veririm ben. Kendi devamlılığımdan yanayım.

Yazıya geri döndüm. Tekrar baştan yazdıklarımı okumak istedim. Uzun diye vazgeçtim, çapraz okuma yaptım. Sevdiğim kızları düşündüm bi şey yazamadım. Beni seven kızları düşündüm yine yazamadım. Duygusal bi şeyler yazamayacağım galiba diye düşündüm. Ne kadar da çok düşünüyorum diye düşünüp keşke hayvan olsaydım diye düşündüm. O an aklıma ponçik düştü. Kedimiz, canımız, süper kahramanımız ponçik. N’apıyordu acaba şimdi? O da özlüyor muydu bizi? Çöle mi kapılmıştı yoksa İstanbul yamacında? Suçumuz neydi bizim? Bu duygularla iyice hassaslaşmış, derin bir melankoliye kaptırmıştım kendimi. Acı dolu tüm yaşanmışlıklarım birer birer aklıma düşmüş, anılara gark olmuştum. Baktım içim iyice daralıyor. Yüksek sesle geçmişime sövdüm ve geleceğe umutla baktım. Yaşamadıklarım, tanışmadıklarım için yazmaya karar verdim. Robot resmini çizmeye çalıştığım kızdan başlayabilirdim mesela. “Sahi ansızın şu odanın kapısından içeri girse ya” diye içimden geçirerek umut dolu gözlerle kapıya baktım. Baktım, baktım.. girmedi içeri. Baktım inat ediyor ben de inat ettim biraz daha baktım. Baktım olacak gibi değil, kaçırdım gözlerimi. Bi çıtırdı duydum tekrar kapıya baktım. Kapının kolu yavaşça aşağı iniyordu. Kapı açıldı. Odaya Tamer girdi.

:( 30 mart'ta yazmışım bu yazıyı. O gün ponçik yaşıyordu.

mercan dede

Kapı dördüncü defa çaldığında onun da benim kadar inatçı olduğunu anladım ve yataktan kalktım. Yeni uyanmış bir erkek olarak karşımdaki bel altıma değil de yüzüme baksın diye kamufle edilmesi gereken uzvu kamufle ettim. Kapıdaki inatçı beni görmeden ben onu görmeli ve hazırlığımı ona göre yapmalıydım. O yüzden delikten baktım. Kapıdaki yaşlı bir adamdı. Hatta bildiğin dedeydi.

Kapıyı açtım. Dede sanki utanılacak bir şey yapmış gibi yere bakarak konuşmaya başladı. Yardıma ihtiyacının olduğunu, yardım etmem karşılığında bana dua edeceğini bir bir anlattı. Ne konuda yardımımı beklediğini sorarak zarf attım. “Benim köpeklerim var” diyerek tekrar söze başladı ve hayatta kimsesi olmadığından, köpeklerine bir şey olursa yaşayamayacağından falan bahsetti. “Şimdi üzerimde bozuk yok” dedim. “Ben para istemiyorum” derken ağlıyordu. Beni can evimden vurmuştu.

İçeri girdiğimizde rahat olmasını, kendi evi gibi takılmasını salık vererek onu biraz rahatlattım. Üstümü değiştirip salona dedenin yanına geldim. Beraber kahvaltı yapıp sohbet ettik. Yetmişküsür yaşlarında olduğunu, tam yaşını kendisinin de bilmediğini, ne kadar yalnız olduğunu anlattı. Çok inandırıcı bulmasam da tüm anlattıklarını dinledim. Konuşması bittiğinde makul bir ses tonuyla; eğer para istemiyorsa ne istediğini sordum. “Seni” dediğinde masadaki bıçağı kapmıştım. “Ne diyosun lan sen? Yaşına başına bak! Ben senin dengin miyim?” diye çıkıştım. Sonra hatamın farkına varıp, “Sapığa bak lan, şuracıkta keserim seni! Şimdi bana öyle bir şey söyle ki; ‘bir heteronun bir homoyu kesmesi’ haberinin başrol oyuncuları olmayalım!” diye bağırdım. “Edebinle konuş! Önce bir dinle. Siz gençler her şeye cinsellik üzerinden bakmasanız olmaz değil mi? Yazık. Kiminle konuşuyorum ben? Aloo!” diye sıralarken bıçağı bırakmış ve utancımdan pancaro olmuştum. Yanlış anlamıştım dedeyi. Kafamı kaldırıp özür diledim, kabul etti. Bir süre sessiz kaldıktan sonra biraz hava almayı teklif ettim, onu da kabul etti.

Kilometrelerce yürüdük. O anlattı, ben dinledim. Ben anlattım, o dinledi. Ama dede yaşça benden büyük olduğu için daha ziyade o anlattı, ben dinledim. Sordum, cevapladı. Bir sorum daha vardı soracak. Ama soramıyordum. Zira bu sorunun cevabını duymak istediğimden emin değildim. Dayanamadım sordum. Samimiyetimize de güvenerek; “Ya dede! O bu değil de; sen yol boyu gördüğümüz bütün köpeklere yaklaşıp boyunlarına kalemle işaret koydun. Sorması ayıp ama ne ayak?” dedim. Her yaşlı adam gibi o da yolda yürürken konuşmak için duruyordu. Hatta sırf bu yüzden iki saatte gidebileceğimiz yolu dört saatte gitmiştik. “Bak genç!” diyerek söze başladı ve “Bu elimde gördüğün kalem sana göre keçeli kalemdir. Bana göre ise sadakat kalemidir.” diye ekledi. Hafif tırstım. “Bir şeyler canlandı mı zihninde?” diye sordu. “Ne yani bu köpekler onları işaretlediğin için sana dönecekler öyle mi?” dedim. “Dönerse benimdir, dönmezse zaten hiçbir zaman benim olamıştır.” gibi arabesk bir cümleyle beni yanıtladı. Geç olduğunu, artık eve dönmem gerektiğini söyledim. Korktuğumu anlamış olacak, “peki yarın devam ederiz öyleyse” dedi. Ayrıldık.

Eve dönene kadar dedeyi, köpeklerini, konuştuklarımızı düşündüm. Bir yandan korkuyor bir yandan merak ediyordum. Kimdi bu adam? Bir gezgin abdal değildi. Dilenci falan da değildi. Sosyal hayatın içinden mahallenin Ahmet, Mehmet dedesi falan da değildi belli ki. Sahi bu adamın bi adı yok muydu? Dört saat konuştuğum adamın adını nasıl bilmezdim. Bunları düşündükçe iyice tırsıyor fakat bir o kadar da merak ediyordum. Hiç yoksa adını öğrenmeliydim. Yarını bekleyemeyecek kadar sabırsızlanmıştım. Bir post-it’e “Bu gece gelmezsem polisi ara ve köpekleri olan bir dedenin beni kaçırdığını söyle” yazıp canyoldaşım, ev arkadaşım Tamer’in odasının kapısına yapıştırdım. Yanıma da hasmıma bir kez sallamamın yeterli olacağı bir bıçak alıp yola çıktım.

Hava karanlık, yollar bomboştu. Üstüne üstlük dedeyi bıraktığım yerde bulabilme olasılığım David Caine’e göre 0,023’tü. Vazgeçmedim, yürüdüm. Az gittim, uz gittim ama yoruldum. Gittiğim yolu bir de geri döneceğimi düşünerek otostop çekmeye başladım. Yarım saat içinde üç araba geçti. Yarım saatten sonra kaç araba geçti bilemiyorum. Zira üçüncü oto stop etmişti ve beni almıştı. Arabayı kullanan ben akren bir kızdı ve herhangi bir yabancıyı arabasına almayacak kadar alımlıydı. Beş dakikalık seyahatimiz boyunca ona asılmak, yaşayabileceğimiz macera dolu aşkın sinyallerini vermek istedim ama yapmadım. Zira bu dedenin bir oyunu olabilirdi. Eğer beni sınıyorsa bu oyuna gelmemeliydim.

Dedeyle ayrıldığımız yere yaklaştığımızda inmem gerektiğini usulüyle söyledim. Alımlı şoför “emin misin? Sanki biraz daha var?!” dedi. Anlamıştım, dedenin adamıydı. Dedenin yanına vardığımda, sanki bütün yolu yürümüş gibi “senin için bu kadar yol yürüdüm” diyemeyecektim. Alımlı şoför arabayı durdurduğunda, “selam söyle dedeye” diyerek alaycı gülümsedi. “Ya valla biliyodum. Hatta sırf dedenin adamısındır diye sana yanaşmadım. Ama bence kaybeden ben değil dede olmalı. Ne bu oyunlar falan! Gel basıp gidelim buralardan. Biz sıcak kumlarda sevişirken o ibne de yalnızlığına yansın ” diye sıralayarak kendimi iyice ele verdim. Hala bir şansım olduğunu, şimdi inmezsem bir daha bu arabaya binemeyeceğimi söyledi. Çok güzeldi, kıramadım.

Arabadan indiğimde yanıma bir köpek yanaştı. Kuyruğunu sallayarak küçük bir sevgi gösterisi yaptı. Kesinlikle bir dede tarafından eğitilmiş olmalıydı. Köpek, “peşimden gel” dercesine arkasına bakarak ara sokağa doğru yürümeye başladı. İki köpek boyu kadar takip mesafesiyle izledim. Sokağın sonuna yaklaştığımızda koşmaya başladı, ben de koştum. Önde köpek arkada ben, terk edilmiş bir evin önüne gelene kadar koştuk. Ev öylesine terk edilmişti ki; tam dedelere layıktı. Evin kapısında avuçları yukarı bakacak şekilde iki elini havaya kaldırmış dede duruyordu. Bu haliyle gelecekte varisi ilan edeceği genci kutsayacak bir veliyi andırıyordu. Nefes nefese kaldığım için bir şey söyleyemedim. “Hoş geldin” diyerek buyur etti. Elime bir bardak su tutuşturdu. “Ölmüşlerine rahmet” dedim. Bir süre konuşmadan, sadece gülümseyerek bana baktı. Belli ki benim konuşmamı bekliyordu. Doğru kelimeleri arayıp bulamayınca samimiyetimize güvenip başladım sıralamaya; “Dede kafam çok karışık. Her şey bir anda oldu. Ben aslında öyle senin sandığın gibi karaktersiz bir adam değilim.”. yok, böyle olmayacaktı. Atağa geçmeliydim. “Ya da bir düşün bakalım ben de seni sınıyor olabilir miyim acaba?” dedim. İyi gidiyordum, devam etmeliydim. “Evet o kız güzeldi ama bilesin ki ben daha güzellerini gördüm. Escort köpek olayı falan iyiydi tamam ama bütün bu oyunları oynamana gerek yok bence. Derdin ne, benim de mi boynuma işaret koyacaksın?” diye devam ederken dede araya girdi. “Buraya kadar geldin. Senin işarete falan ihtiyacın yok. Sadakat! Korksan da korkunun üstüne gittin. Cesaret! Evine aldın, dinledin. Merhamet! Kıza başta yanaşmasan da sonunda kendini ele verdin. Şehvet!”. Başta beni övmüş fakat sonunda yerin dibine sokmuştu. Altta kalmamalıydım ama vereceğim cevaba gelişine iyi vurur diye korkup vazgeçtim. Tam vazgeçtiğim için bir boşluğa düşmüştüm ki telefonum çaldı. Bu utanç anından kaçış için telefonumun çalması biçilmiş kaftandı. Arayan Tamer’di. “Köpekleri olan bir dede he? mihehe. Kaçırdı seni ha? nihaha.” diyerek benimle kafiyeli bir şekilde alay etti. Anlatsam inanmayacaktı ve gururum kırılmıştı.

Telefonu Tamer’in suratına kapatıp dedeye döndüm. Tam dedeye son sözümü söyleyip çekip gitmeyi düşünüyordum ki; alımlı şoför görevini yerine getirmişliğin verdiği gururla kapıda belirdi. Önce kolay lokmadan başlamalıyım diye düşünerek ona döndüm ve neler kaybettiğini bilmesini salık veren “hıh” hareketi yaptım. Bu hareketimi gören dede, kızdan bahsetmeye başladı. “Bak o da yeni! Ama o tüm sınavları verdi. Sadece bir sıkıntısı var o da kadın olmasından kaynaklanan merak duygusu. O da senin gibi adımı merak ediyor. Oysa önemli olan isim değil sıfattır. Kime hizmet ettiğin değil neye hizmet ettiğin önemlidir şu dünyada. Benim ismim Ahmet olur Pierre olur. Bu önemli değildir.” dedi. “Sahi senin ismin ne lan?” dedim. “Mercan” dedi. Sabaha kadar güldük.

hep yenildim

Hayal görmüştüm sanırım. Bu o olamazdı. Alaycı gülümsemeyle gözlerimin içine bakıp ardından kafasını çevirip arabasına binen bu kadın, kucağında uyumak istediğim kadın olamazdı. Baktı, güldü ve arabasına binip basıp gitti. Kalakaldım. Nefes alamıyordum. Boğulacak gibi oldum ve öksürmeye başladım. Basıp giden dilberimin arabasından çıkan egzoz gazını içime fazla çekmiş olacağım, öksürük faslı biraz uzun sürdü. Hemen en yakın sağlık ocağına gidip meramımı anlattım, sağolsunlar yardımcı oldular.

Sağlık ocağından çıkarken doktor bir anda nasıl böyle bir hale geldiğimi sorunca afalladım. Aşk beslediğim bir esmerin arabasından çıkan egzoz dumanını, dilberimin saçlarını koklar gibi içime çektiğimi ona anlatamazdım. Hemen bir yalan uydurmalıydım. Tam yalanımı kafamda kurarken doktor yalan söyleyeceğimi anladı ve "dur" dedi. "Ne oldu doktor yoksa sizde mi?" diye soracak oldum. Ama tanımadığım bir bayan doktorla böylesine samimi bir muhabbete girmem sağlık ocağı personellerinin dikkatini çeker diye ses etmedim. Doktor beni kenara çekti. Aklımdan türlü public arsızlıkları geçiyordu. Köşeyi dönüp kimsenin göremeyeceği ammavelakin isterse görebileceği bir soteye geçince doktor "var mı bi şeyler" diye sordu. Mfö'nün "sende ne var bende biraz" sözünü alıntılayıp benim de ona karşı boş olmadığımı belirttim. "Aptal herif ben kafanın peşindeyim sen neyden bahsediyorsun! " diye beni azarladı. Kalbim kırıldı. Ama yine de belli etmedim. "Ben de senle kafa yapıyorum zaten eheheh" deyip vaziyeti kurtardım ve arkama bakmadan kaçtım.

Caddeye vardığımda bir ritüel haline getirmek istediğim ilk gelen otobüse binip özgürleşme aktivitemi yapmaya karar verdim. Karşıdan bir otobüs geliyordu fakat otobüse yetişmek için koşmam gerekiyordu. Gerekeni yaptım ve koştum, otobüse yetiştim. O anda o otobüse binen diğer insanlar o istikamete gitmek zorundayken benim böyle bir zorunluluğumun olmadığını ve fakat benim o otobüse binmek için neden böyle bir emek sarfettiğimi düşündüm. Kartımı okuttuktan sonra otobüsümüzün şöförü Mahmut abiye "sağol Mahmut abi beklemeyebilirdin" diye yağ çektim. ( Şöförün ismini nerden bildiğimi hayal gücünüze ve farkındalığınıza bırakıyorum ) Mahmut abi " ben beklemedim ki sen koştun yetiştin " diyerek sen kendin başardın klişesiyle beni yüceltti. Bol imalı cümleler kurarak lafladık biraz. Baktım Mahmut abi baskın çıkmaya başladı "neyse abi görüşürüz" diyerek arkaya doğru ilerledim.

Otobüste ters gitmekten hazzetmeme rağmen sırf manzaralı olsun diye güzel bir kızın karşısındaki koltuğa oturdum. Koltuğa otururken ayağım takıldığı ve yapmacık bir "ahh" çektiğim için güzel kız bana sırıttı ve aramızda bir şeyler olabileceğinin sinyallerini verdi. Bir iki kesişmeden sonra otobüs güzeline yazma bahanemi buldum ve atağa kalktım. Yüzümü ekşitmeye başladım. "ne oldu nen var kuzum" diye sormasını bekliyordum. Baktım oralı olmuyor, "uff, ımphh" gibi mide rahatsızlığı belirten ünlemler kullanmaya başladım. Bu efektleri ellerimle midemi ovuşturma hareketleri ile destekleyince onun dikkatini çekmeyi başardım.

"Hasta mısın?" diye sordu. "Evet sana hastayım" diyerek bir kroya dönüştüğümü hayal ettim. Alt benliğimin bu tavsiyesini reddettim. Bir cevap vermem gerekiyordu. "Ters gidemiyorum ben midem bulanıyor. Yer değiştirsek olmaz mı?" dedim. Lakayıt olduğumu biliyordum ama bu kadarını ben bile kendimden beklemiyordum. Otobüs güzeli "hayır ama istersen yanıma gelebilirsin" diyerek ne kadar makul ve aşk dolu bir insan olduğunu gösterdi.

Hemen otobüs güzelinin yanına geçtim ve ona teşekkür ettim. Teşekküre gerek olmadığını, en nihayetinde otobüsün sahibesinin kendisinin olmadığını ve dolayısıyla benim zaten o koltuğa oturma hakkım olduğunu söyledi. "Ahuahaha" diye güldüm. "Sahi mi? Ben otobüs senin sanıyordum." gibi şaşkın ifadelerle kendimi sığ bir mizah çukuruna yuvarladım. Otobüs güzeli sığlığıma sığlıkla karşılık verecek bir "ıyy" efektiyle ortamı yumuşatabilecekken tercihini bu yönde kullanmadı. Sanki mahalleden arkadaşımmış gibi davranarak "ahahhassiktir" dedi ve aslında ne kaba ne saba bir insan olduğunu gözler önüne serdi. Zaten mağlubuz bari bir son dakika golüyle skora eşitlik getirip sıvışayım taktiğini yine uygulamaya karar verdim. Ona bu hareketlerin hiç yakışmadığını, aramızda bir şey olma ihtimali olmasına rağmen son hareketine tav olmam sebebiyle dillere destan bir aşka yelken açamayacağımızı anlattım. Olgunlukla karşıladı.

ağustos böceğine mektup


sevgili ağustos böceği,

ben bilirim ki senin halk arasındaki adın cırcır böceğidir. ammavelakin ben sana ağustos böceği olarak hitap etmeyi seçtim. bunun nedeni gayet açık. ehh sana cırcır denilmesinin sebebi malum.. şimdi bana "dur abi! açıklayabilirim" falan yapma. ok yaydan çıktı bi kere. bu mektup yazılacak. kelimelerim birer mermi gibi kalemimden çıkıp senin naçiz vücudunu parçalayacak. bu arada sana sen dememde umarım bi sakınca yoktur. hem siz desem de saygıdan demem senden çok olduğu için derim. tek ağustos böceği sen değilsin sonuçta. diğerleri de senin kadar suçlu tabi. ben arkadaşlarına söylersin diye sana konuşuyorum. 

bak arkadaşım! biliyorum popüler bi kişiliksin, nüfuzlu bi canlısın. lafontaine abinin fablında başrol oynamışsın falan... dur yiğidi tokatlarken hakkını vereyim; o hikayede çocuklara sen değil de karınca örnek gösteriliyor olabilir. ama bil ki ben o hikayede hep senin tarafındaydım. karıncayla aranızdaki meseleler beni ilgilendirmez fakat o hikayede senin hayat tarzın bana daha yakın gelmişti. tabi hemen götün kalkmasın. sadece o hikayede senin tarafındaydım. yoksa seninle benim hikayemde bittabii kendi tarafımdayım. biliyor musun ben de bir hayvan olabilirim ve seninle benim hikayem de bir fabl olarak gelecek nesillere anlatılabilir aslında. bence bir araya geldiğimizde hikayemizi kalemi sağlam bir arkadaşa anlatmalı ve bizi yazmasını istemeliyiz. "bizi yaz" demeliyiz. ya da direk sen bana de "bizi yaz" diye. sen kinyas ol ben kayra. yazayım bizi yarim yarim..

çok kızgınım sana ağustos böceği. bakma bir önceki paragrafta sana methiyeler düzdüğüme. bakma seni kinyasım olmaya davet ettiğime... aslında sen benim kinyasım değil, sktiğim rospu bile olamazsın. - bunu bir rep parçasından arakladım - "hoop abi dur naaptın? küfür falan ayıboluyo ama!" deme bana. ben haklıyken söverim de döverim de skerim de! boşuna mı sanıyorsun bu sinir? hala anlamadın mı? tarihe bak tarihe! 6 ocak 2o1o soğuk bir çarşamba günü gece 3 civarında yazıyorum ben bu mektubu. ocak ayı, yani kış. senle münasebetimiz hangi mevsimde gerçekleşiyor peki? isminin ilk kelimesine baksana!.. şimdi anladın mı kinimi, nefretimi? ağustos ayının üzerinden 5 ay geçmiş olmasına rağmen sinirim geçmemiş. gerisini sen düşün. sonra da diyorsun "yok abi sövme, onu karıştırma bunu karıştırma" falan.. karıştırırım bilader. amuna bile korum.

umarım "mevzu ne abi? valla bilmiyom bak" gibi salağa yatma uğraşına girmezsin. zira seninle benim aramdaki asıl meselenin, senin o benzersiz sesinle benim uyku hürriyetime tecavüz etmen olduğunu bilirsin. bilirsin yaa. bilmez misin. seni köftehor! yalaklaşma lan hemen. uyku diyorum uyku. aloo! sen bilmiyo musun benim uykuya ne kadar değer verdiğimi. uykuyu diğer fizyolojik ihtiyaçlarımdan ayrı tuttuğumu, yeri geldiğinde uykuyu sevdicek kabul edip ona mektup yazdığımı.. hiç yalandan çiftleşme mevzuunu anlatma bana. ben de biliyorum 1o yıldan fazla bir süre toprak altında kaldığını ve sırf çiftleşmek için birkaç aylığına yeryüzüne çıktığını. o cırrr cırrr seslerinin bir çiftleşme seremonisi olduğunu ben de biliyorum. hatta bunları ilk öğrendiğimde seni takdir etmiş, aşkı için şarkı söyleyen bir canlı olduğunu düşünüp sana gıpta etmiştim. lakin sonra öğrendim ki senin şarkını yimbeş oktavla söyleme sebebin daha güzel manitaları götürmekmiş. on bilemedin onbeş oktavla pekala standart bir dişinin ilgisini çekebilecekken, illa en güzeli olsun, yanakları al al olsun, dudakları kiraz olsun diye düşünüyormuşsun. sen şarkını söylerken benim uykumun içine ettiğin falan umurunda değilmiş tabi. yatakta bir sağa bir sola dönüp "yeter artık sevişin de bitsin bu işkence" diyen ben, senin zerre kadar umurunda değilmişim. peki şimdi soruyorum sana; ben bir kızla sevişicem diye gecenin bir vakti sokaklarda bağıra bağıra şarkı söylesem beni n'aparlar? en iyi ihtimalle döverler. o yüzden ben n'apıyorum? diğer canlılar rahatsız olur diye onların duyacağı şekilde yüksek sesle şarkı söylemiyorum. yani umursuyorum diğerlerini. niye peki bütün bunlar? hepimiz aynı mahallenin çocuğuyuz, aynı dünyada nefes alıp veriyoruz da ondan.

biliyorum soru cevap şeklinde öğretmen/ebeveyn stili bir azarlama stili seçerek senin kalbini biraz fazla kırdım. şimdi senin gözlerin dolu dolu olmuştur. "daha da şarkı söylersem! daha da sevişirsem!" diye kendine, bana ve hayata meydan okuyorsundur. hiç havalara girme. böyle bir şeye lüzum yok. ben sana şarkı söyleme ya da sevişme demiyorum. kimse de diyemez zaten. şarkı söylemeyeceksek, sevişmeyeceksek işimiz ne şu fani dünyada? ama her şeyin bir usülü, yolu yordamı var dimi. sen de ben de özgürüz ve fakat bu bize birbirimizin özgürlüğünü iğfal etme hakkı vermiyor. diyeceğim o ki; başka mahallelerde de güzel kızlar vardır. neden başka mahallelerin kızlarına şarkı söylemek varken gelip benim mahallemdeki kızlara iş oluyorsun? yanlış anlama gözüm olduğundan değil. böcek dürtmek gibi bir olayım yok, olamaz da. ama sen seks için şarkı söylerken olan benim uykuma oluyor işte. diyorsan ki "abi sizin mahallede sevdalığım var. bana ondan gayrisi haram. benim için dünyanın en güzelidir o. ben bi onu bilir onu severim. " o zaman başka! biz de aşık olduk olm zamanında. biz de biliriz güzel sevmeyi. hem güzel sevmeyene adam denir mi?

madem sevmişsin. "yalnız sevdiceğimle cima edeceğim" diyorsun bakarız bi hal çaresine. iste hemen gidip kızın ailesiyle konuşalım isteyelim. vermez falan diye düşünme. "abi bak çocuk her gece geliyor şarkı söylüyor. belli ki seviyor. hem mahalleli de rahatsız oluyor her gece. izin verin evlensinler." falan derim hallederim mevzuyu. tabi mahalleli rahatsız oluyor demeden önce mahalleliyi gaza getirmem lazım. bunun için de senin son bir kez en yüksek sesinle mahalleyi inletmen gerekiyor. yalnız baştan söyliyeyim bu işin dönüşü yok. eğer gerçekten sevmiyorsan, iki güne ayrılırım hesabı yapıyorsan bizi yalandan ateşe atarsın. zira olur da senin kayınbaba kızı vermezse mahallelinin kanına dokunur. olay büyür. çok canlar yanar. avatar olayından sonra bir de sizin yüzünüzden insanlıkla diğer canlıların karşı karşıya gelmesini istemem. he olur da böyle bi mevzu çıkarsa da merak etme biz davasına sahip çıkan adamız. seni savunduysak makineye girip ağustos böceği olarak sizinle sırt sırta dövüşmesini de biliriz. her türlü de galip çıkarız o savaştan. insanlık dediğin ne ki olm? bir ağustos böceğinin çiftleşmek için şarkı söylemesine bile katlanamayan acizler işte..

tekdüze

Bu sabah uyandığımda hiçbir şey farklı değildi. Yine her zamanki gibiydi her şey. Öyle farklı bir güne falan uyanmadım. Her şey o kadar aynıydı ki “acaba dünü mü yaşıyorum” diye düşündüm. Yine her zamanki gibi canım sigara istedi. Yaktım bi tane. Bilgisayarın pavır tuşuna basıp tuvalete gittim. İşedim, sıçtım tuvalette ne yapılması gerekiyorsa yaptım.

Tuvaletten çıktığımda her şey hala aynıydı. Odama girdiğimde bilgisayar bana hangi oturumda açılması gerektiğini sordu. “sen bilirsin” diyecektim ama fazla yüz güz olmak istemedim. “Her zamankinden olsun” dedim, açıldı. Bilgisayarın açılırken çıkardığı ses bile aynıydı. İstesem bu sesi değiştirebilir miyim diye merak ettim ama sonra korktum ne gerek var dedim. Şu teknoloji dünyasında ufacık zevklerimiz için davalık olabileceğimiz geldi aklıma. “Bill Gates nüfuzlu adamdır yakma kendini” diye de telkin verdim kendime. Sonra paranoyam geldi. Web kamerası beni çekiyor mu diye kontrol ettim, emeseni falan kapattım. Baktım böyle olmayacak bilgisayarı tümden kapattım. Bi sigara daha yakıp küllüğe koydum ve banyoya gittim. Saçımı başımı yıkadım adama benzedim. Baktım insan içine çıkmaya hazırım, durmadım. Çıktım dışarı.

Dışarıda hava serindi. Üşütürüm diye korktum hemen ceketimi ilikledim. Ceketimi iliklerken bizim evin çaprazında oturan teyze gördü beni. Ceketimi ona ilikledim sanmış olacak ki gülümsedi. Kendisine saygı duyduğumu zannetti herhalde. Evet ben bir insan olarak o teyzeye saygı duyuyorum ama ceketimi iliklememdeki amacım kendisine olan saygımı göstermek değildi. Neyse varsın öyle bilsin. Ben gocunmam. Sadece gerçekler bilinsin istedim. Sonuçta ortada bir yanlış anlaşılma var. Yanlış anlaşılma demişken, hiç unutmam bi arkadaşım yanlış anlaşılmaları don lastiğine benzetmişti. Bence çok güzel bi benzetme yapmıştı. Manasını tam olarak çözebilmiş değilim ama adam güzel benzetmiş. Bi ara bununla ilgili bi şeyler de karalamak istiyorum. Ama şimdi konuyu dağıldığı yerden toparlamam gerekiyor. Hatırlamanız için söylüyorum en son dışarıdaydım ve teyze bana gülümsüyordu…

Teyzenin gülümsemesine ben de gülümsemeyle karşılık verdim ve köşeyi döndüm. Şimdi beni yaklaşık 1oo metrelik bir sörvayvır parkuru bekliyordu. Bahsettiğim yer kaldırımsız bir yol. Körüklü otobüslerin de geçtiği, hatta geçerken şaka mahiyetinde yayalara aynalarını çarptıkları çift yönlü bir yol. Yola çıkar çıkmaz her gün olduğu gibi benimle aynı yöne giden bir yaya buldum ve onun sağına geçerek kendimi sağlama aldım. Yine her gün olduğu gibi bi süre kurbanımla yan yana yürüdükten sonra işkillenmesin diye ona 1-2 metrelik bir fark attım ve yol bitimine kadar da farkı korudum. Nihayetinde çekpoyint noktasına varmıştım ve kurbanımın hayatta olduğuna emin olduktan sonra her cesur erkek gibi sadece sola bir kez bakmak suretiyle karşıdan karşıya geçtim. İstikamet okuldu.

Okulun kapısına kadar gelmiştim ve hafta içi her gün olduğu gibi bugün de kapı önündeki ajans insanları elime bir broşür tutuşmuşlardı. Broşürü çöpe kadar okudum ama henüz bitmemişken çöpe attım. Ben de isterdim bitirip öyle atmayı ama okumak için çöpün başında durmak çok aptalca geliyordu. Çöpü geçip okuyup bitirdikten sonra broşörü dönüp çöpe atmak ise benim gibi insanlar için ıstırap vericiydi. Kendime böyle işkenceleri yapmayı sevmediğim için o broşürden o an vazgeçtim. ( İşte o an sahip olduklarımdan ne kadar da kolay vazgeçebildiğimi anladım dostlar. Anladım ki sahip olmayı beceremeyen bi insanmışım. Meğer ben bağlanmaya ne kadar da uzakmışım.. )


Bugün artık bir şeyler farklı olmalıydı dostlar. Önce okulda her gün gittiğim yere gitmeyerek başlayabilirim diye düşündüm ama vazgeçtim. Yine oraya gitmeli ve ne değiştireceksem orada değiştirmeliydim. Gerçeklerle yüzleşerek, aynılıkların içinde farklılıkları yakalayacaktım. Oraya gittiğimde kimse yoktu. Düşünmeye başladım. “Hazır kendime bağlanamama teşhisi de koymuşken, büyük bir iç hesaplaşmanın arefesindeyken büyük kararlar alıp bir şeyleri değiştirebilirim” diye düşündüm. Bu sayede bambaşka şeyler yapıp düne meydan okuyabilir, bugünümü farklı kılabilirdim. Ama yapamadım. Bağlanamama hastalığım olmasına rağmen biteviye hayatıma öylesine bağlanmıştım ki farklı şeyler yapmak için karar alamadım. Baksana farklı bir yere bile gidememiştim. Yine aynı yerdeydim. Bir çay alıp oturdum ve çayımı sigaramla süslerken birinin gelip bugünü dünden farklı kılmasını bekledim. İnanır mısınız dostlar hiç kimse gelip bugünümü dünden farklı kılmaya çalışmadı. Elbette gelenler oldu ama gelenler aynı kişilerdi ve dünden bugüne hiç değişmemişlerdi. Selam verme şekilleri bile aynıydı. Selam verme şekillerini geçtim, saçları, sakalları, kıyafetleri hatta sigaralarının markaları bile aynıydı. Kimsenin alnında sivilce çıkmamıştı. Yüz ifadeleri bile aynıydı. Acaba dünya durmuş muydu? Kelebekler ölmüş müydü de kimse değişmemişti? Bilmiyordum. Baktım hiçbir şeyin değişeceği yok terk ettim orayı. 

Nereye gideceğimi bilmiyordum. Bi baktım ki eve gidiyorum. Ayaklarım bana “çok konuşma hadi eve” der gibi yön veriyordu. Sörvayvır parkurunun başlarındaki kahvenin yanından geçiyordum. Kahveden hiçbir ses, efekt, “atsana lan taşı”, “mınasikiym seni mi beklicez arkadaş” falan gelmemesine rağmen kendimi oraya bakmak zorunda hissettim. Neden böyle saçma bir istek belirdi ki içimde diye sorgulayamadan kafamı çevirdim ve baktım. Kahvenin garsonu bir elinde küllük bir elinde bez ile televizyona bakıyordu. Benim baktığımı görünce kafasını bana çevirdi. Bakıştık.. Sonra garson tekrar televizyona baktı ve diğer garsona no looking yaparak “lan bi gün de at yarışı açmayın mınısikiym” dedi. Birden eve gitmekten vazgeçtim. Yolun kenarında bir iki saniye mal gibi durdum. Tam mal gibi durmayayım diye cebimden telefonumu çıkartıp saate bakacaktım ki diğer garsonun sesini duydum. “ kumanda orda amuagoym istemiyosan kanalı değiştir!” diyordu. Döndüm kahveye girdim. Kahve ahalisiyle beraber eski bir türk filmi izledik.